16 Ekim 2019 Çarşamba

KÖY



KÖY

Arkadaşlarla muhabbetin en koyusunu yaparken bir telefon çaldı. Ekrem telefonunu açtı. Hüzünlü, hafif ağlamaklı bir ses: "Ekrem… oğlum eve gel, babaanneni kaybettik."


Derin bir sessizlik oldu ve arkadaşımın gözünden birkaç damla yaş yanaklarından süzülmeye başlamıştı. Doğruca ona sarıldık ve tesellisi zamana kalmış bu üzücü olay için ne diyeceğimizi bilemeden konuştuk. Daha sonra o evine gitti. Biz ise onun arkasından derin bir sessizliğe büründük.  Ekrem'in babaannesini, muhtemelen Bursa'daki köylerine defnedeceklerdi. İnsanın:  "Dünya boş yahu!"  dediği zaman, muhakkak hayatın işleyişinde hoşuna gitmeyen bir şeyler olmuştur. Bu da onlardan birisiydi.

         Daha sonra herkes kendi yakınlarını kaybettiği zamanki hislerinden bahsetmişti. Kimi amcasını, kimi çok sevdiği teyzesini, kimi annesini kaybettiği zamanlardı bunlar… Liste uzayıp giderdi. Kimisi güzel anıları beraber yaşayıp kaybettiği insanları hatırlayıp üzülürken, kimisi de ben daha çok küçüktüm keşke tanıyabilseymişim diye hüzünleniyordu. Muhabbet etmek için toplandığımız arkadaşımın terası şimdiden bir cenaze evi olmuştu. Muhabbet edemiyorduk. Madem konu böyle gidecekti bende özlediğim bir kadını anlatmak istedim. 

         "Hayatta en sevdiğim kadındı babaannem" diyerek anlatmaya başladım. Karnemi aldığımda ve yanında başarılı olduğumu gösteren takdir, teşekkür belgelerini çokta umursamazdım. Hatta karnen nasıl? Diye sorulduğunda sadece "iyi" derdim.
En büyük karne hediyem ise yazın köye gitmekti. Karne almak demek benim için ne bir bisiklet sahibi olmak ne de herhangi bir ödül almaktı. Benim için en güzel hediye köye, dedemin ve babaannemin yanına gitmekti.

         Babam, amcamlar ve halamın büyüdüğü ahşap ev tam bir anılar müzesiydi. Ben ya da bir başkası ne zaman köye gitse, babaannem namazlar kılar, eline tespih alır dualar ederdi. Yaz evi dediğimiz küçük ahşap evin odasında, misafirini beklerdi. Minderlerin olduğu küçük tatlı bir odaydı. Çocukların büyük bir kısmı gibi bende kendime minderlerden ev yapmaya ve kendi hayal dünyamda yaşamaya bayılırdım. Yaz evi küçük olabilir ama benim dünyam çok daha büyüktü. İşte böyle bir odanın penceresinde beni bekleyen bir çift göz, ağzı dualı bir kadın vardı. Köye vardığımda beni karşılayan bu kadın bana hep şunu hissettirmişti:"Saat kaçta gelirsen gel, ben buradayım ve dualarımla yollarını bekliyorum."

         Yaklaşık on dört sene oldu onu görmeyeli ve teni bisküvi kokan bir insana daha rastlayamadım. O benim için hoş kokulu, tatlı ve damarına basıldığında bir o kadar aksi bir kadındı. Kocaman bir ilaç poşeti ile hayatı yaşamanın ne denli zor olabileceğini belki de o yaşta kavrayamıyordum. Ona nefes almasında zorluk oluşturan guatr ise durumu daha da zorlaştırıyordu. Bütün bir ayvayı yutmaya çalışırken boğazına takıldığını düşündüğüm zamanlarımda olmuştu. Tabi bunda küçük olmamın ve babaannemin bana yaptığı şakanın payı çok büyük.

         Beni her gün mutlu edebilecek şekerleri ve çikolataları vardı. Dedem ile tartışmalarını hatırlıyorum, o zamanlar pek çok kez bu sahneye gülerken şimdi neden üzülüyorum bilmiyorum. Dedem şuanda doksan iki yaşında ve seni çok özlüyor babaannem. Belki gelsen bir hafta sonra yine kavga edersiniz ama bu kez kısa bir süre içerisinde tatlıya bağlayacağınıza eminim. Bence dedemin en güzel şiiri, yazmış olduğu şiirleri değildi… Seni tanıması ve bir ömrü seninle yaşamasıydı babaannem.

         O günü hiç unutamıyorum. Ablamın sınıfımıza gelip, babaannemi uğurlamış olduğumuzu söylediğinde… Sanırım on üç yaşlarında olan bir çocuk için herkesin içinde ağlamak -en zor durumda bile- utanç vericiydi. En güzel ve en masum utançlarımdan birisi ile uğurladım seni. Keşke öğretmenimiz ablam beni almaya geldiğinde, herkesin içinde ısrarla konuyu çokta sorgulamasaydı. Gitmem gerektiğini ve olan durumu yolda öğrenmemi istemek pekte bir şey değiştirir mi? Bilmiyorum.,. Belki üç dakika dahi olsa onun aramızdan ayrılışını hissetmeden yaşardım, diye çok düşünmüştüm. Bildiğim tüm duaları bana öğreten, helal lokmanın ne olduğunu anlatan ve beni "kuru bitim" diye seven şefkat dolu kadın. Yaramazlığımla seni yorduğum halde beni en çok koruyan sendin.

         Geçtiğimiz yaz yine köydeydik bu kez çok şey değişmişti. Eski ahşap evin yerini beton bir bina almıştı. Ev görünüş itibariyle epey güzeldi. Pencereleri çok daha büyüktü. Hatta penceresinden bir değil bin çift göz bakabilirdi. Fakat yoktu…


18 Temmuz 2019 Perşembe

TUHAF


TUHAF


Hayat, bazen eski bir defterin ortasından başlamak gibi. Aradan biraz zaman geçince daha az takılıyor eliniz(aklınız)  eskiden kullanmış olduğunuz ilk sayfalara…

Zaman, hayat, yağmurda ıslanmış bir çift pabuç...

Kısacası tüm tasvirler, anlatım güçlüğünden doğmuş süslü yol tariflerinin olduğu kelimeler dizesi gibi…

Evet! Biliyorum ve sakin ol farkındayım. Şuan bende bunu yapıyorum. Hayatı, ortasından başlanmış eski bir deftere benzettim. Hayatın daha güzel tanımını yapma bilgisine ya da bilgeliğine vakıf değilim. Bu arada hayatımda hiç bilge bir kişi görmedim. Belki masallara özgüdür belki de asıl bilgelik içimizde var olan ve var olmaya devam edecek anlam arayışıdır.

Kim bilebilir?

Varsa bilen soralım. Yalnız ben korkarım, öğreneyim! Cahilliğim gitsin derken heyecanımı da kaybetmekten. Hayat bilinmediği için heyecan verici değil mi?

Zaman olur üç maymunla karşılarız her birimiz.

Birisi görmez, sebebi belli gözlerini sıkıca elleriyle kapatır. Bir ışık zerresi bile rahatsız eder onları. Bu maymunun kaçtığı hakikat mi? Yoksa kötüyü görmeme arzusu için verdiği savaş mı?

Bir diğer maymun ise konuşmaz. Ellerini öyle sıkıca ağzına kapatır ki. Konuşacak olsa belki tırnakları bıçak olup, dudağını kesip kanatır. Bu maymun doğruyu söylememek için mi? susar… Yoksa tüm çabası, ağızdan çıkacak olan yanlış ve fevri bir çıkışın, kaçışı mıdır?

Sırada kulaklarını kapatan maymun, aslında bana en tehlikeli gelen maymun bu olmuştu, düşündüğüm zaman. Duymadığı ya da duymak istemediği için, gördüklerini dinlemeden rahatça söyleyebilirdi. Bilirsin, bazen en sinirli anında herkesin çene kasının geliştiğine şahit olmuşsundur. Kulaklar gidince, çene çok tehlikeli bir hale bürünür. Belki de bunlar tuhaf birer kuruntu. Bu maymun hakikati duymamak için mi? kapattı kulaklarını. Yoksa kötü sözler duymamak için mi?

Hayatın yazı ve turası var. Kimi zaman yazıyız kimi zaman tura. Dik nasıl gelinebilir? Bunu biraz düşünmek istiyorum. Tuhaf bir durum sanırım. Kendime itiraf etmeliyim ki üç maymunun tüm çeşidi ara sıra gelip misafir olur bana. Birilerinin başka birilerine;
"Üç maymunu oynama sakın!" dediklerinde gülmek gelir içimden. Ara sıra yoklamalı! Yoklama listesi olan eski defterlerimizi ve aman dikkat! bu hassasiyet gerektiren bir iştir. Canın birazcıktan da fazla yanabilir.

 İçin aslında sandığın gibi sadece masum bir çocuktan ibaret olmayabilir. Hazreti Nuh'un gemisi gibi de olabilir. İçimde yılan, kurt, tilki var demek çok tuhaf gelir insana. O yüzden her zaman "iyiyimdir". Bir başkasına açamayacak kadar tuhaflıklar barındıran canlıdır insan. Ve güneşin meyveyi yakmadan olgunlaştırma evresidir, insanın kendine sorduğu içten sorular. En basitinden ve kimi zaman en zor cevabı bulunan soruları vardır insanın. Ben kimim ve ne istiyorum?

Kulak ver gemine ve her şeye rağmen yolculuğuna adanmış ol…

Kendini bulmaya, umuda, sevgiye, iyiliğe, güzelliğe ve bunları içinde barındıran sana tuhaf gelen hayata.

Çok sevdiğim dostum ve emekli kaptan (Captain Never Mind) dostumun dediği gibi.

"Umut benim en güzel girdabım."

17 Ocak 2019 Perşembe

SON PERDE 🎭



SON PERDE

Genç adam içtiği çayın sıcaklığını saklamak istercesine ağzını sımsıkı kapattı. Cebinden çıkardığı bozuk parayı çay tabağının kenarına bıraktı. Bir eliyle atkısını düzeltirken diğer eliyle kitabını masanın üzerinden aldı. Karşıya geçmek için hazırlanırken bir karışıklık fark etti.

Arabanın korna sesi ve bunun yanında şoförün gereksiz dur kalk yapması. Bunaltıcı ve ürkütücü bir mesafede, sahibi tarafından zor zapt edilmiş azman bir köpek. Annesinin elinden tutmuş beş yaşlarındaki bir erkek çocuğun minik tekme hamleleri. Yaşlı bir adamın bastonuyla pek de nazik olmayan kurtarma çabaları. Umursamayan ve fark etmeksizin geçip giden insanlar. Ne için bütün bu karışıklık?

 Araba, köpek, çocuk, yaşlı adam ve umursamayan birkaç insan…

Karşıda sadece bir kedi vardı.

Kedi ne yapacağını şaşırmıştı. Genç adam bir an düşündü.

Her şey bir an…


Genç adam kedi oldu.


Ben doğduğumda, babam yoktu ya da vardı ben görmedim. Şıpsevdi olduğundan başka diyarlara aşk aramaya gitti derdi, annem. Annemin dediğine göre kül renginde bir kediymiş, babam olacak adam.

Pardon…

Kedi!

Adam!


 Ne diyeceğimi bilemedim. Zira bizi adamdan saymıyorlar. Olsun o zaman ben “Kedi Adam” diyeceğim. Kardeşlerimin çoğu başka mahallelere dağıldı. İçimizde bir tek “Mavi” şanslıydı. Gözleri masmavi ve kabarık beyaz tüyleri olan güzel bir kediydi. 
Onu da genç bir kadın evine aldı, eminim mutludur. Emin olmayayım, umarım mutludur. Oysa kardeşim, aynı gün bir trafik kazası sonucu aramızdan ayrıldı. 
Aslında insanlardan beklediğim bir s…

Genç adam, bu keşmekeşliği bir sesle bozdu.

-Gel pisi pisi, gel…

Kedi önce tereddüt etti, sonra biraz daha tereddüt etti. Önünde onu çokta umursamayan şoför, yan tarafında onunla tehlikeli oyunlar oynamak isteyen bir köpek, onu kurtarmak için savrulan minik günahsız tekmeler, rastgele savrulan baston hareketleri ve daralan bir yol. Bütün bunları bastırıp kalbini yumuşatan bir “pisi pisi”…

Kedi, genç adamla buluştu. Araba hışımla gaza basıp yoluna devam ederken, yaşlı adam bir dükkâna girdi. Gençler diğer sokağa dönerken, kediye bakmakta ısrar eden çocuk annesi tarafından çekiştirilerek gitti.

Şimdi Genç adam ile Kedi adam kucaklaştılar. İkisi de birbirini bağrına bastı…

...

Bu hikaye genç bir adamın, üç yıl önce bir kedi ile başlamış olduğu dostluk hikayesiydi. Adam bunu yazarken kedi, adamın içinde “sevgi” olarak yaşadı. Kedi hırıltısı saat tıkırtısını kesmişti.


İKİNCİ PERDE

Son zamanlarda insanın geriye doğru giden bir varlık olduğunu düşünmeye başladım. Geriden kastım geldiğimiz yere gitmek… Dünyada belli bir zamana kadar ileri gidebiliyoruz. Ve ne hikmetse zamanın bizim için bir geri sayım olduğunu unutuyoruz.
Eğer bir tiyatro oyunu yazsaydım bu son perdeden başlayan bir oyun olurdu. Nasıl? diye düşünebilirsin. Son Perde!

Yani olay örgüsünü sonuç, gelişme ve giriş yapardım. Kötü başlangıcı ve mutlu sonu olan bir oyun düşünelim. İşte ben o mutlu sonu en başta, kötü başlangıcı ise en sonda verirdim. En başta mutlu eder ve sonunda kimileri hafif mutsuz, düşünceli bir şekilde gidebilirdi evine. Ve her perdedeki oyunun birbirinden alakasız gibi görünmesinin yanında gizli bir bağlayıcılığı olmasını isterdim. Bunu yapamam biliyorum. Zira bunu en güzel hayat yapıyor. Hoş tiyatrodan anlamam bunlar naçizane fikirlerim.


BİRİNCİ PERDE

Genç adam, tüm gece boyunca bir sağa bir sola dönüp durdu. Bir ara uyuyamamasının tek suçlusunun, camı kırık duvar saatinin tıkırtısı olduğunu düşünmeye başlamıştı. Aklına Nikola Tesla gelmişti. Yan odadaki saat tıkırtısını duyan ve kâbuslarla dolu hayatı olan bir dâhiydi. “Aslında tam olarak bu ben değilim”, dedi. Vefat eden kardeşinin kâbusunu neredeyse her gece gören bir deha olmadığının farkındaydı. Daha sonra kendini Dostoyevski’nin Suç ve Ceza kitabındaki “Raskolnikov” karakteri olarak hayal etmeye başladı. “Hayır, hayır bu da değilim”, dedi. Ne bir tefeci kadın vardı ortada nede bir Sonya. Belki de Victor Hugo’nun Sefiller kitabındaki “Jan Valjan”… Tekrar genç adamın içinden bir ses: “ Hayır, hayır… Sen Jan Valjan değilsin. Evet, belki basit suçlar için ağır bedeller ödetiyorsun kendine ama bu sen değilsin.”
Ve içindeki ses devam etti:” Geçmişine takılan her insan bir kürek mahkûmudur, tıpkı Jan Valjan gibi...”

Geçmiş geçmemişse eğer gelecek gelmeyecek.…

Düşündü, daha da düşündü ve düşünürken bir sarhoş yorgunluğu çöktü üzerine, uyuya kaldı. Dün gece ne yaşandı tam hatırlamıyordu?

“Herkesten bir parça olduğu kadar, kendisinden paramparça olduğu…”

 Aslında nice hayatların, karakterlerin, hatta henüz gösterime girmemiş tiyatroların içinde olduğunu biliyordu. Madem gösterime girmemiş tiyatrolar bile içimde…


Güzel bir selamı hak etmiyor mu? Son perde.



30 Mayıs 2018 Çarşamba

ANNEMİN PLAKLARI ♬♬


                                    
Bugün çok sevdiğim güzel bir adamdan ve onun yapıp, sunduğu bir radyo programından bahsetmek istiyorum. Aslında bu kadar düz ve yalın anlatmak içime sinmiyor. Hatta bunu bir hikâye ile anlatma işine girişmem yarım kaldı. Şöyle ki yazmaya başladığım ve fazla hüzünlü bulduğum hikâyemi yırtıp attım. Biliyorum, hüzün güzeldir diyeceksin belki de…

Geçenlerde, değer verdiğim eski bir arkadaşıma Annemin Plakları programını tavsiye ederken; “ Edebi ve huzur verici bir program… Bu arada dikkat et! Biraz hüzün verir”, demiştim. O da bana; “Hüzün güzeldir…” demişti.

Düşünüyorum da hüzün gerçekten güzelmiş. Hatta hüzün, hüzünlendiğimiz şeyden bile güzel. Bu şey aslında her şey olabilir. Yine şey dedim tam anlatamadım, biliyorum. Dur! Kafan karışmadan basit bir örnek vereyim.  Bazen giden sevgiliden bile daha güzel, bir hüzüne sahip olabiliyor insan.

Hani ne demiş güzel adam Tolstoy: “Acı duyabiliyorsan, canlısın. Başkalarının acısını duyabiliyorsan, insansın.” İşte hüzün aşırıya kaçmadığı sürece acımızı ve acıları hissedebilmemizi sağlıyor. Hüzün bizi daha güzel bir insan yapan ve iyileştiren acı bir şurup değil de nedir? Geçenlerde izlediğim bir tiyatro oyununda ana karakterimiz şöyle söylemişti: “Acı çektikçe empati duygumuz artar.”  Merak etmeyin ne acılar içindeyim ne de depresif bir ruh halindeyim. Tavsiye ettiğim programda arabesk değil, bazen huzurla beraber hüzün veriyor diyelim. İkisi bir arada olur mu? Ee hayat birazda böyle değil mi? Bu arada hayatı ne kadar anlayabiliyorum ki bu kadar kolay özetledim. Neyse, ne kendime ne de hayata önyargılı davranmak istemem. Selam olsun yüreğinin sesini dinleyenlere…


Bahsetmek istediğim bu muazzam radyo programın adı “Annemin Plakları”… Bu muazzam programın sanatçısı ise Çetin Erker. Programın sanatçısı diyorum zaten dinlediğinde beni daha iyi anlayacağına inanıyorum.


Çetin Erker, Annemin Plaklarının yapımcısı, Dublaj ve Seslendirme sanatçısı , Ressam ve çeşitli müzik enstrümanlarıyla haşır neşir olan güzel bir adam. Kendisinin yapmış olduğu resimleri ve programının bazı kısımlarını kendi izni dâhilinde burada paylaşıyorum. Ben ne kadar anlatsam da anlatacaklarım gölgede kalır...



He birde bir şeye değinmeden edemeyeceğim. Biraz eleştirisel olacak, olsun varsın. Genellikle okuduğum kitapları ve yazarları, izlediğim filmleri ve faydalı bulduğum videoları anlatmayı, tavsiye etmeyi çok severim. Bu davranışım muhabbette bilgili gözükmek için değil, değerli gördüklerimi sevdiklerimle paylaşma istediğimden kaynaklanıyor. Hiçbir zaman bu güzel emekleri kopyala yapıştır yapıp altına imzamı atmadım. Hatta bunu fazla abartmış olabilirim. Sürekli kaynak göstermek ve bu sözlerin bana ait olmadığını insanlara ispat etmeye çalışırmışçasına konuşmam ne kadar sıkıcıymış… Bırakıyorum bu huyumu yavaş yavaş. Aslında başka sıkıcı olan durum ise karşımızdaki ne kadar iyi olursa olsun, biz takdir etmeyi bilmiyoruz diye düşünüyorum. Hatta takdirden ziyade küçücük bir şeye takılıp her şeyi sıfırla çarpmayı çok seviyoruz. Bir şeyleri kabul etmek yerine yok etmek daha kolay geliyor. Sebepler ve peş peşe süregelen çünküler sayesinde, her şeye rağmenli ne sevebileceğiz ne de sevilebileceğiz. Güzel işler yapanlara ve yapmaya çalışanlara selam olsun…

Annemin Plakları ile tanışmam nasıl oldu?

 Bir sınav öncesi harıl harıl çizimler ve hesaplamalarla uğraşırken, bir yandan arkadaşım televizyonun radyo bölümünü açmıştı. Sesi güzel ve huzurlu bir radyocunun Franz Kafka ve Milena’dan bahsetmesi dikkatimi çekmişti. Daha sonra radyoda duyduğum şu ses beni mutlu etmişti. “Annemin Plakları”… Mutlu olmamın sebebi dinlemek istediğim bu radyo programının ismini öğrenmemdi. Ve sonra fırsat buldukça dinlemeye başladım. 


Bundan iki üç sene önce “Hayalet Radyo” ismini verdiğim ve üç arkadaşım ile yapmayı düşündüğüm bir cansız radyo projemiz vardı. Tabi dersler ve zamanımızın olmayışından dolayı yapamadık. Bu arada bu söylediğim bahanelerin ardına gizlenmiş kocaman bir yalan. Eğer gerçekten isteseydim yapardım en azından uğraşırdım. Misal uzun zamandır ilerletemediğim romanım gibi… Neyse yalancılığımdan bahsetmeyeceğim elbette. 😀


Bu isim nereden çıkmış? Annemin Plakları…

Şöyle ki Çetin Erker’in annesinin ve hatta dedesinden annesine kalan bu zamana kadar gelen plaklardan kaynaklanıyor. Çetin Erker bu plakları sağ olsun bizimde dinlememizi sağlıyor. Ve programı birbirinden güzel yapan şarkılar, eski filmlerden kesitler, Çetin Erker’in samimi düşünceleri ve yüreğe dokunan edebi lezzet...Görüldüğü üzere anlatılamıyor, sen en iyisi birde onu dinle. Bu arada belki dinlediğinde beğenmeyip “Amma abartmışsın be dostum!” diyeceksin. Herkesin damak tadı başka kimisi ekşi sever, kimisi tatlı, kimisi de acı. Her neyse…

En sevdiğim Annemin Plakları bölümünden bahsetmeden edemeyeceğim. “Bana doktor değil hasta lazım”… Aslında birçok anlatmak ve duymak istediğim duyguları, düşünceleri barındırıyor. Çetin Erker’den bir alıntı yapayım ve yavaş yavaş yazımı bitireyim.

“Yaşasın hayat, kahrolsun hatıralar... Bana doktor değil hasta lazım... Evet, hasta... Zira hastanın halinden en iyi hasta anlar... Ve refakatçi anlar... Ama doktor anlamaz... Doktor neren ağrıyor diye sorar ve nasıl bir sızı diye tarif ister... Oysa hasta sen daha şuram ağrıyor dediğinde, sana acını anlatmaya başlar... Doktor, dikişlerin alınana kadar doktordur... Hasta ise, izi kalan yarasıyla hep senden yanadır... Yani dara düştüğünüzde, insan doktor değil; hasta arıyor... O an insan iyi olumlu şeylerle gönlü eğlensin istemiyor... İnsan kötüdaş arıyor...”

-Çetin Erker-

Son moda olan akılcılık ve ben demiştim zatenler, ben biliyordumlar... Ne kadar aptalcalar... Biraz kaba oldum sanırım. Zaten çok da kibar olduğumu iddia etmiyorum. İnsanız ve içimizde bin bir karakter var. Sadece güzel olanı yaşatmaya çalışıyorum. Ve hatalarımı da seviyorum.

Birde bir şey denemek istiyorum. Hayalet Radyo hayata geçmese de bende şuan yazdığımı kendi sesimle seslendirmek istiyorum. Birazda işin içine sohbet katmak istiyorum. Çok sevdiğim bir söz vardır. "Gönül ne kahve ister, ne kahvehane. Gönül muhabbet etmek ister kahve bahane..."  Gerçi kahvenin kokusu bile insanın gönlünü hoş eder ya... O da ayrı bir konu. Açıkçası gönlüm biraz muhabbet etmek istiyor, tek kişilik olsa da yalnız olmadığımı biliyorum.


 Yeri geldiğinde kitap okumanın bile ağır geldiği zamanlarda, bana iyi gelen Annemin Plaklarına ve yapımcısı Çetin Erker’e buradan teşekkür ediyorum. Belki de çok fazla bahsedemedim. Bazı güzel şeylerin anlatılması sanıldığı kadar kolay değilmiş. Dinlemek, görmek kısacası yaşamak gerekir. 



Bu arada sloganımız olan tebessümü elden bırakmamak dileklerimle. Selametle kal güzel dostum. 😊




“Yazdıklarım, boyadıklarım, çaldıklarım... Güzel değil mi yazmak, susarak konuşmak gibi... Kendine cevaplar vermek gibi... Beyaz birer ayna gibi sayfalar... Yüzündeki çizgiler gibi satırlar… Mimiklerin gibi heceler...”
 -Çetin Erker-





20 Mart 2018 Salı

TEBESSÜM😊

TEBESSÜM😊


   Büyüdükçe o güzel ifadeyi göremiyorsak yüzümüzde… Bir durup düşünmeli. Hemşerim bu yolculuk nereye? Tersinden mi kalktın düzünden mi ? Ne bekliyorsun bugününden bilemem. Küçükken ayakkabılarımızı ters giydiğimiz zamanlarda tebessüm ederdik. Ve sonra büyüdük. Sahi tersinden kalkmak dedikleri, kimin icadı? Ah bu büyükler… Sanırım küçük şeylerle mutlu olurken daha büyüktük.

Güneş kimin için doğuyor? Yağmur kimi mutlu ediyor? Köpeklerle kim selamlaşıyor? Bir elma için kim şükrediyor? Âşık olmaktan, sevmekten kim korkmuyor? En önemlisi yüreğinden gelerek kim tebessüm edebiliyor?

Çok soru sordum biliyorum. Tebessümü ve birçok güzelliği çocuklardan öğreniyoruz. Ve en çok soruyu onlar soruyor. Hepimizin bir yarası var. Dirseğimizin ya da dizimizin yarası gibi değil. Bu yaralarımızın bir kısmını, büyüklerimiz zamanında öperek iyileştirdi. Büyüdük ve yaralarımızı gizlemek zorunda kaldık. Yaralarımızı zaman zaman bir tebessümle kapattık.😶


İç dünyamızın iki yüzünü de görmek için hayali bir gezi yapalım mı? 🙋

Gittiğimiz yerde bildiğimiz tüm arabesk şarkılar çalıyor. Hatta ilk çalan şarkı Hakkı Bulut’tan “Ben tövbemi geri aldım” 🙈 Işıklar kapalı, içerisi zifiri karanlık ve şarkı çalıyor.

“Nasıl elveda demişim
Benim gibi içenlere
Bir kalpsize kapılıp ta
Her gün acı çekenlere
Ben tövbemi geri aldım
Tanrım sen bağışla beni

“Allah Allah nasıl bir yere geldik arkadaş” diyebilirsin. Korkma alem falan yapmayacağız.😄 Işıklar yavaş yavaş yanıyor. Duvarlarda bir dünya fotoğraf var. Her bakan kendi fotoğraflarını görüyor. Şuanda seni göremiyorum rahat ol ve duvarlara bak. Ben kendime bakıyorum. Burada yüzümün asık olduğu milyonlarca fotoğrafım var. Bu fotoğraflar hayatımdaki anları temsil ediyor. Çoğu zaman unutmuşum gülmeyi :) Kameralara gülümserken, hayata gülümsemeyi unutmuşuz sanırım. Bu arada şarkı bitmiş yeni bir şarkı çalıyor. Müslüm Gürses’ten “Sigara”

“Aslında ben de isterim emeklemeden koşmayı
Dünyanın her yolunda yürüyüp kaybolmayı
Aslında ben de isterim düşünmeden konuşmayı
Küçük bir oyun içinde önemli kişi olmayı
Aklımdan geçen sözler kalbimden gelen sesler
Hepsi bir orman oldu bir kibritle yok oldu

Ben sigara dumanının altında
Yana yana en so….”

İyice arabekse ve melankoliğe bağlıyoruz.  Etrafta ne sigara ne de jilet var.🙊  Her bir fotoğraf kağıt kesiği gibi geliyor yüreğine. Ciğerin doluyor, boğazın düğümleniyor. 🙇
Tamam, merak etme burada çok kalmayacağız biraz daha bakalım kendimize. Ne için canımızı sıktık, ne için boşa üzüldük bakıp ders almaya çalışalım.

İç ses(imiz): “ Ne kadar gereksiz yere üzmüşüm kendimi, bunun için mi üzülmüşüm. Değmez ,değmez hiçbir şeye. Şarkıda bitti yenisi çalmadan çıkabilsek bari…😏

Azer Bülbül: “ Kurşun Yedim” 🙌

Kurşun yedim sol yanımdan 
Yaralandın mı? hey can yaral

İçimizi titreten bu şarkıdan sıyrılmak için ortamı değiştiriyorum. 😀

İlk gittiğimiz yere benziyor. Bazı farklılıkları da yok değil, mesela ışıklar yanıyor ve çok güzel bir müzik çalıyor. Oh be derin nefes alalım değil mi? 😉

Nursan Alcam: “Hayat Sevince Güzel”

Sevince kalbimizde
Umutlar çiçeklenir,
Kötülükler kaybolur
Karanlığa gizlenir.

Hayat sevince güzel,
Sevince tatlı günler,
Bir kuşu kelebeği,
Bir taşı sevin yeter.



Bu arada yeni fark ediyorum duvarda milyonlarca gülümseyen fotoğraflarım var. Senin de yüzün gülüyor sanırım sende benim gördüklerimi görüyorsun. Ne güzel anılar varmış vay be diye iç çeker gibiyiz. Yeğenimi ilk gördüğümde ki heyecanım, köpeğimle oynarken, arkadaşlarımla şakalaşırken, âşık olduğumdaki hallerim. Ne güzel günler geride kalmış. Nasip olursa ne güzel günlerde yaşanacak değil mi? 😊 Bu arada sende tebessüm ediyorsun, neler görüyorsun bilmiyorum. 

Duvarda açık mavi tonlarında büyükce bir yazı beliriyor, sanırım bu hikayede burada bitecek. “SON” yazmadan önce bir şey söylense güzel olur.



HER ŞEYİN SONUNDA BİR TEBESSÜMLE ÖZETLERİZ HAYATI… AMA ACI, AMA TATLI. UMUTLAR İÇİN KÜÇÜK BİR TEBESSÜM OLMALI 😊



Son bir şarkı dokunsun yüreklere...

Fatih Peşmen ve Gizem Akın:  “Tebessüm”


İstedim ki sokakta
Asık suratlı kalmasın
Büyükler büyüdükçe
Gülmeyi unutmasın

Bir merhaba ile selamladım insanları
Okul yolunda gördüğüm minik karıncayı
Yaşım küçük ama içimdeki kıpırtıyı
Biraz neşe katıp büyüklere size veriyorum

Hayat gülünce çok güzel
Hayat gülünce çok güzel

O kapkara bulutları
Dağıtıp atmalı
Herkesin yüzünde
Bir küçük tebessüm olmalı






SON 😊

15 Ekim 2017 Pazar

KÜÇÜK BİR YOLCULUK



Bugün ilk satırlarıma bir otobüsün içinde başlayacağımı hayal bile edemezdim. Yurttan çıkıp kütüphane için üniversitemin yolunu tutayım dedim. Az önce bindiğim otobüsün şoförü, 17: 40’da diğer aracın okula gideceğini söyledi. 

...

Duraksadım ve:  “Yürüsem daha iyi sanki”, dedim. Şoför : “Hesabını yap, sen bilirsin”, dedi.

Biraz düşündüm ve otobüsle gitmeye karar verdim. Daha sonra defterimi çıkarıp bir şeyler karalamak istedim.  Hayat yolculuğu üzerine düşüncelerim yeniden canlanmaya başlamıştı. Bir yolculuk yapacağız ve bu yolda hep bir şeyler kaybedip kazanacağız gibi duruyor.
Şimdi ne alaka hayat yolculuğu diyebilirsin… Anlatayım.

Bu yolculukta iki seçenek verilmiş. Otobüsü beklemeden yürümek ve otobüsle gitmek…
Eğer yürürsem bekleme sürem olan yirmi beş dakikayı yola vermiş olacağım. Zamanlama olarak hemen hemen birbirine denk zamanlar. Kendimi yorgun hissettiğim için yürümek enerjimi daha da düşürecek. Muhtemelen yürümezsem yorulmayacağım. Bir yolculuk yaparken bir şeyler kaybedip kazanmaktan bahsetmiştim. Peki, yürürsem ne kazanabilirim? Şuan aklıma gelen tek kazanç otobüse vereceğim bir miktar paranın cebimde kalacak olması. Enerjimin bende kalmasını on otobüs parasına değişebilecek yorgunluktayım.

Bu arada otobüsü beklerken bu satırları yazıp hatta üstüne kitabıma başlangıç yapacağım aklıma gelmezdi.  Şoförün hesabını yap, sen bilirsin dediğini hatırlarsın. Her zaman hesap kitap işleriyle uğraştığımı düşünürüm. Plan, program ve stratejiler. Yapamadığımda canım sıkılır ve bir vicdan azabı çekerim. Çekerdim desem daha iyi olur sanırım. Son zamanlarda hayatı yönünü kaybedecek kadar akışına bırakmış gibi hissediyorum. Sanırım zaman zaman sana da olmuştur. Hani çok istersin çabalarsın sonunda olmayabiliyor, bir şeyler ters gidiyor. İstediğin sonucu alamasan da süreç içerisinde verdiğin çaba yeni özellikler katıyor insana…

Belki de hesabımı yaptım, ben bilirim diyerek yola çıkmalıyım. Kazanmayı ve kaybetmeyi unutup, kendimi yolculuktan zevk almakla meşgul etmeliyim. Neler öğrenebilirim, neler deneyimleyebilirim? Neler ……?    Ve eğer kendimi gerçekten iyi hissetseydim  güzel bir yürüyüş çok daha keyif verirdi.
...
Verirdi dedim 🙂 açtım ağzımı hadi bakalım buyur… Buraya kadar yazıp bırakacaktım ki. Hayat bir kez daha niyetimi sorgulamama sebep oldu. Otobüs üniversitenin içine girdi az bir mesafe gittik ve yol çalışması olduğunu gördük. Şoför Bey Amcayı daha fazla yormak istemedim ve yürümek için otobüsten indim. (Yol çok bozuktu…)

Üniversitemin kütüphanesi ile aramda on beş dakikalık yürüme mesafem vardı. Kütüphaneye doğru giderken kendi kendime: “ Hadi! Serkan yolculuktan zevk al dostum, yazmak ve söylemek kolay yaşa bakalım”, dedim. 😀
Ve yolculuktan zevk alarak yürümeye çalıştım.  Ağaçların ve üniversitemizde gezinen tatlı köpeklerin selamlarını aldım. Tatlı bir yorgunlukla kütüphaneye varmıştım.

Saat 18:00…

 Kütüphanemizin ışıkları yanmıyordu ve bu işte bir terslik var diye düşünüyordum. Camdaki yazıyı okumak için yaklaştım. Aynı anda üç şey gerçekleşti. Sensörlü kapı açıldı. Yazıyı okudum(Hafta Sonu Saatleri 10:00- 17:00). “Kapalıyızzzzz”, diyen güvenlik görevlisi. Kafamı uzatarak karanlıkta güvenliğin geldiği sesi aradım. Bir müddet göremeyince “Kapalı mıyız? Abla” diye bağırdım. Uzakta sandığım güvenlik görevlisi hemen sağımda masada oturuyordu. 👀

Gülümseyerek hafta sonu saatleri hakkında bilgilendirme yaptı. Teşekkür edip geriye birkaç adım attım. Sensörlü kapı kapandı. Kapıdaki yansımama bakıp; “ Yolculuktan zevk alma konusunda erken konuştum galiba”, diyerek tebessüm ettim. Kendimi Ben Efsaneyim filminde dünyada tek başına kalan Will Smith’in canlandırdığı karakter gibi hissettim. Şimdi ne yapacağım konusunda bir fikrim yoktu.

….

Sağlık olsun demek için kendimi epey zorladım. Canım sıkılmadı değil hani… Eee ne yapalım?  Aşağıda bulunan İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesinin kantinine indim. Çay içiyorum, bisküvi yiyorum ve yazıyorum. Bu yazıyı nasıl bitirsem diye düşünüyorum.

Hayatı birçok değişkene bağlı denkleme benzetiyorum. Bazen işlerin içinden çıkamadığımızda kaçmak için işi birçok faktöre bağlıyoruz. Şans, para, zaman vs… Bir yola çıkıyoruz ve hesaplarımızın dışındaki değişkenleri bilemiyoruz.

Yorulduğumuz, sarsıldığımız ve düştüğümüz zamanlar oluyor. Böyle zamanlarda bize gereken niyetimizi daha da güçlendirerek yola koyulmak gerek diye düşünüyorum.   Yaşayabiliyor muyum? Net bir cevap veremiyorum dostum. Umarım senin net bir cevabın vardır. Sadece öğrenciliğime devam ediyorum hayat yolunda ve bu son nefesime kadar sürecek bir yolculuk.

Niyet bizden belki daha iyisi olur belki kötüsü… Hayat her sonuca gebedir.

 MFO’nün şarkısında dediği gibi “Niyet Neydi Akıbet Ne Oldu” …

Ne zaman kendimi “ çok şansızım” diye nitelendirsem, içimdeki sıkıntının daha da arttığını fark ederim. Kendime bugün bir söz veriyorum, sende aynı konudan muztaripsen, gel beraber söz verelim. Şansız değilim, Şansız değilim, Şansız değilim. Hayatı buna bağlayacak değilim. İlla ki bağlamamı isteyen iç sesim cevap mı ararsın?… Ben çok ŞANSLIYIM.

Benim inandığım ve rehberim dediğim kitapta çok güzel bir kısmı da paylaşmak istiyorum.
“… Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şeyde sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz.” (Bakara-216)

Bu arada sahi benim okula gitmemdeki niyetim neydi? Kütüphaneye gidip, sessiz bir köşeye çekilip, kendi iç sesimi dinlemek ve kitabımı okumaktı. Daha sonra dersler hakkında plan yapıp çalışmaktı. Şuanda iç sesimi hayal edemeyeceğim kadar güzel dinledim diyebilirim. Kendimi daha mutlu ve umutlu hissediyorum. İstediğim o güzel yalnızlık zaman dilimini bana sunan hayata teşekkür ediyorum.

 Diğer işlerim aksadı biliyorum “Eee yapacak bir şey yok” diye bir şey de yok 🙂 Uygun ve biraz esnek bir planla tekrar daha güçlü bir niyetle onlara odaklanırım ve sonuçtan ziyade süreçte öğrendiklerimin, deneyimlerimin zevkini tatmaya çalışırım.

İnsanın kendi içinde kaybolduğu anlar, daha güçlü birşekilde ortaya yeniden çıkmasını sağladığına, inanırım. İyi ki otobüs geç hareket ediyordu ve iyi ki yol çalışması vardı. Işıklarını kapalı gördüğüm kütüphanedeki güvenliğin gülümsemesi bana karanlık bir ortamın nasıl aydınlatılacağını bir kez daha öğretti. Belki de çok düşünüyorum, bilmiyorum. Böyle daha mutluyum bunu biliyorum. Sıradan 10 dakika sürecek bir otobüs yolcuğu için ne gerek vardı ki bu kadar anlam aramaya değil mi? 😀 Yapacak bir şey yok bunlar benim anlam arayışı içerisinde bulduğum küçük işaretlerim. Küçük şeyler işte…

Geri dönüşü yürüyerek yapmayı düşünüyorum, kendimi gerçekten iyi hissediyorum…

Selametle ve tebessümle kal güzel dostum. 😊
        

14.10.2017 19:15 (İİBF Kantin)
 








9 Ağustos 2017 Çarşamba

KENDİNİ BERBER SANAN BARBAR

KENDİNİ BERBER SANAN BARBAR


Kuaförlük mesleği gayet güzel ve saygı duyulacak mesleklerden birisi olduğunu başta belirtmek isterim. Birazdan anlatacaklarım saygı duyulmayacak insanların özelliklerini içermektedir. Gönül isterdi ki anlatılan hikâye ve olaylar hayal ürünü olup kimseyle bir alakası olmasaydı. 😉

İnsanların kendini daha özgüvenli ve güzel hissettikleri yerlerden biriside Kuaför dükkânlarıdır.  Hani o dükkânların dış camlarında ya da tabelalarında reklam amaçlı güzel saçlı bayanların ve erkeklerin resimleri olur. Bakarsın şöyle fotoğraftaki modellere… “Vay be dersin” içeri girersin. Tıraş olunur, saçlar fönlenir, boya badana yapılır… Her neyse genel bakımını yaptırırsın. Birde bir çıkışın vardır “Ya bu adam benim resmimi koymalı buraya” dersin. Eve gidesiye kadar yoldaki tüm arabaların camlarından yansımana bakarsın. Arabadaki yansıma, Retrica programı olmadan önce insanların kendini en güzel hissettikleri aynalardı. Bu duyguları yaşadıysan ne mutlu sana, işini güzel yapan bir insana denk gelmişsin demektir.

Tabi birde saçlarını kimse görmesin diye eve koşturanda olmuştur. Umarım olmuştur. Bu konuda yalnız kalmak beni biraz üzebilir. 😈

Öncelikle gerçek bir berber ile kendini berber sanan barbarı ayırt etmeliyiz. Sana sıfırıncı kuralı söylememde fayda var. Eğer berberinin saçına olan bakımını beğeniyorsan fantezi arayışlarına girme ve oraya sadık kal derim. 

Saçlarımı en kısa model olan sıfır dediğimiz modelde kestirdikten sonra uzun bir zaman berber yüzü görmemiştim. Daha sonra uzatacağım diye de ara sıra gidiyordum. Berberim “saçlarımın çıldırma zamanı olduğunu ve beklemem gerektiğini” söylemişti. Bekledim ve çıldıran tek şey babam olmuştu. Aslında hayalimde ki saç sitilinin Barış Manço olduğunu söylediysem de. Herkes Müslüm Gürses’e benzetiyordu. Bende o an fark etmiştim.(Meğer herkes beni kıskanıyormuş 😀) Müslüm Gürses’in cenazesinde ki Gayrimüslümlerin moda olmasıda işleri biraz zorlaştırmıştı.



 Hangimiz uzatmadık çılgınlar gibi baba desem de nafileydi… Neyse Canım Babam ve sevgili yakınlarımı belki ilerde düşündüğüm bir eleştiri yazısında ele alabilirim. Not düşelim başlığımız: “Kuşaklar Çatışmıyor Azizim Savaşıyor”😉 



Saçlarımı kestirmemle eskisine nazaran daha sık kuaföre gidiyordum. Kendi berberim uzak diye yakındaki kuaför dükkânına gitmekle ne denli hata yaptığımı geç anlamıştım.

Yurda geldiğimde oda arkadaşımın ensemin kötü olduğunu söylemesiyle fark etmiştim. Ensemi gördüğümde sinirle karışık gülme krizine girmiştim. Şimdi anlıyordum enseme aynayı tuttuğunda gözlüğümü neden vermediğini. 😱  Zalımın oğlu öyle bir kesmiş ki. Ense çizgim dört beş parmak daha yukarda. Tam bir aya yakın saçlarım kendine gelesiye kadar gökyüzüne bakarak yürüdüm desem yeridir. 😒 Tek umudum saçlarımın köklerinin olmasıydı. Gören arkadaşlarım hangi berbere gittiğimi soruyorlardı. Nedeni “ Söyle kanka da biz gitmeyelim” oluyordu. 

Kendime haksızlık edemezdim ensem hariç yakışıklı adamdım. Bu durumu biraz eğlenceye çevirmiştim. Normalde benim için olay olacak bir durumdu. Sakin oluşum ve mutlu olmaya çalışmam benim için en güzeliydi.

Hayatta sevdiğiniz eşiniz dostunuz vardır. Benimde bu konuda gördüğüm insanlardan biriside ablamdır. Başıma gelenleri yani enseme gelenleri anlattığımda fotoğraf atmamı istedi. Uzun bir süre sessiz kaldı. Daha sonra beni hafif yokladı çok sinirli olmadığımı hatta espiri yaptığımı görünce onunda bana karşı tavrı değişti. Şöyle ki şükretmem gerektiğini ve daha kötülerinin de olduğunu söyledi. Daha sonra yolladığı fotoğraflarla ne demek istediğini anlamıştım. O benden daha çok eğlenmişti hatta baya dalga geçip güldüğünü hatırlıyorum. Artık ensesi olmayan bir adamdım ve hayat gerçekten çok zordu. Tamam tamam fazla sulandırmak istemem. Bundan önce yaşadığım birkaç olaya da değinip mesajımı verip gideceğim.


Bir keresinde bir berber tarafından kulak kıllarım yakıldı. Hemen ardından çırağı kulaklarımın içine parfüm sıktı. Ne olduğunu anlamadığım bir dakika içinde gelişen bu olay üç gün dengemi sarsmıştı. Kedilerin bıyıkları kesilince denge ve yön sıkıntısı çektiklerini duymuştum. Şimdi o duruma karşı empatim zirve yapmıştı. Bıyıkları kesilen kedi gibi üç gün gezdim.

Çok sevdiğim bir abimizin kulağının bir kısmı gittiği berberde kaldı. Neyse ki berber bir cerrah titizliğinde çalışıyordu. Adamcağızında suçu yok televizyona bakarken, birden kulağa girmiş bulunmuş, ne yapsın? Neyse ki cerrah titizliğinde dedik ya adam harbi cerrah gibi. Nasıl mı? Kesilen kulağın üstüne yakmış cigarasını basmış külünü. Gülme adam efsane bunu kabul et.

En son gittiğim berberin anlattığı o pis fıkrasını anlatırken ki gülüşünü unutamam. Bu ne büyük bir sevinçtir Allah’ım. 

Üniversite okumak için gittiğim şehirde…  İkinci gittiğim berber, ilkine sövdü. Üçüncüsü de ikinci gittiğime… Cem Yılmaz’ın G.O.R.A filmindeki gibi “Aşçı bahçıvana bahçıvan şoföre şoför uşağa sonra hepsi uşağa” 😂


 Bir iş yapıyorsan bunu layıkıyla yapmaya çalış. İllaki hataların olur hatalar affedilir. Affedilmeyecek olan elinden geleni yapmayıp bunun bir hata olduğunu söylemek olur.

Son sözlere geçelim 😃

Ekmek teknesi berberlik olup barbarlık yapan insanlara…

Yaşına başına insan oluşuna bakmadan ettiğin o lüzumsuz sözler ne çirkin.

Tıraş ederken at yarışı, futbol maçı izliyorum derken kestiğin canım kulaklar 👂

Aynadan yolu dikizleyip milletin namusuna bakıp kendince hallere girmene zaten akıl sır ermez.👀

Bakım yapıyorum ayağına, kulak kılı yakmalar, iki parmak krem sürüp maske yaptım diyerek bir tüp krem parası çıkartmalar.


Tıraş ettiğini sanıp adamın saçını tavuğun mabadına benzetmeler.👋😏


Saç ekliyorum diye kadının kafasına Japon yapıştırıcısı sürenler.😱


Umarım ileride işini iyi yapan insanlardan olurum, olursun, oluruz. Selametle arkadaşım. 😊